top of page
  • Yazarın fotoğrafıAnıl Yetişen

Sessiz ve sakin

Meditasyon uygulamaya başladığımda anda kalmaya ulaşmam gerektiği düşüncesi ile yaşıyordum.

Anda kalmalısın, hayat şimdi ve burada!

Her meditasyonda anbean nefesini takip et ya da ilgili beden bölgendeki duyumları hisset diyordu kulaklığımdaki ses. Çoğunlukla zihnimin çok çalıştığını, onlarca düşüncenin geldiğini, kendimi düşünürken bulduğumu fark ediyordum. Bu kadar basit bir şeyi bile yapamıyorum diye düşünüyordum. Nasıl iç huzura ulaşayım!


Ulaşmam gereken noktadan çok uzaktaydım. Zihnim susmuyordu ve yaşadığım hayal kırıklığı bir dağ olup büyüyordu. Zaman zaman çok istekli bir şekilde yapmaya başladığım bir meditasyonda uçuşan düşüncelerin peşinden gidiyor, meditasyonu tamamladıktan sonra yine olmadı diyordum, yine olmadı. Bazı zamanlarda da meditasyon yapmamın gerekli olduğu aklıma geliyor ama kafamın içinde bir ses, bunun oldukça anlamsız olduğunu, yapacak daha iyi işlerin olduğunu, zaman kaybettiğimi söylüyordu.


Bunlarla karşılaşacağımı biliyordum. Katıldığım çalışmalarda herkes bunlarla karşılaşıyordu. Okuduğum kitaplar ne olacağını biliyormuşcasına bundan bahsediyordu.

Yine de ben zaman zaman çok keyif almış, tatmin olmuş bir şekilde meditasyon yapmış hissetsem de bunun da yapmam gereken bir görevi tamamlamış olmanın verdiği bir doyumdan geldiğini sonlarda anladım. Bir görevi tamamlamıştım, ödevini yapan akıllı bir çocuktum artık.

Ara sıra yürüyüşe çıktığım zamanlar oluyordu. Bu zamanlarda kendimi yürümenin akışına bırakıp, yola devam ederken, kafamın içinde meydana gelen düşüncelerin arasında nasıl kaybolduğumu ve yürüdüğüm yolu hatırlamadığımı fark etmeye başladım. Bu genellikle trafikte arabayla giderken, çalışırken, uyumadan önce de olan genel bir durumdu. Yürüyüşe çıktığımda şaşırmamın sebebi, uzaklaşmak, rahatlamak için yaptığım bu işte de zihnimin başka yerlerde olmasıydı. Ayrıca ne düşündüğümü bile hatırlamıyordum. Diyelim ki önemli bir konuyu düşünüyorum, bir olayla ilgili karar alıyorum, kime ne söyleyeceğimi düşünüyorum. Bu önemli düşünceleri hatırlamam gerekmez miydi? Hem ben yürürken aklım başka yerdeyse yürüyüşü yapan kimdi? O yollardan geçen kimdi? Düşünen bensem ve bu düşünceleri hatırlamıyorsam o zaman düşünen kimdi? Hem yürüyüşümün hem de düşüncemin bir anlamı olmuyordu. Yürüdüğüm zamanlar yürümeliydim, düşüneceğim zaman düşünmeliydim. Zihnim istediği an istediği düşünceleri getirerek, beni alt edemez diye düşünüyordum, zihnimi susturmalıyım, anda kalmalıyım. Böyle düşündüğümde de aldığım eğitim, okuduğum onlarca kitap sebebiyle doğru yoldan çıkmış olduğumu hissediyor suçluluk duygusu yaşıyordum. Kendime, zihnine savaş açamazsın diyordum. Düşünceleri ve duyguları bir misafir gibi ağarlamalısın, onları kontrol etmeden, bastırmadan, kaçınmadan. Ama nasıl?

Meditasyon inzivasına gittiğimde içim huzur doluyordu. Şehirden ayrılmış, doğaya kavuşmuş, sakinlemiş hissediyordum. Kendimi doğanın, zamanın bir parçası olarak hissedip, rüzgarın akışına kapılıp gidiyordum. Sabah erken kalkıp yaptığımız meditasyonlarda, yeniden doğmuş gibi hissediyordum. Kuş sesleri, eşsiz bir manzara, aradığım o dinginlik ve sakinliği getiriyordu. Uzun sessizlik anlarında hiç sıkılmıyor, küçük defterime ara sıra çok beğendiğim satırlar yazıyordum. Keşke hep burada kalsam diye düşündüğüm zamanlar, meditasyonlarda gözümü kapatınca kavuştuğum sessizlik, bazen çevredeki sesleri işitmenin verdiği o huzur. Şehir hayatına dönünce gözümü her kapattığımda bu ana döneceğime söz veriyordum, kendime. Meditasyon pratiklerim, inziva tatilim bitip dönünce aynı böyle olmalıydı.


Meditasyon yaparken zihninin dağılması çok normal ana dönmeyi hatırla diye kafamın bir kenarına yazmıştım, bunu biliyordum. Zihin dağılır, zihnin görevi düşünce üretmek, düşünceler zihnin gökyüzüne gelen bulutlar, nazikçe nefesine dön, ilgi ve merak uyandır diye hatırlatıyordum kendime. Tekrar ve tekrar ve tekrar. Meditasyon yapmadığım zamanlarda bir suçluluk duygusu, yaparken o iç huzura ulaşamamanın getirdiği hayal kırıklığı. Hayatımı düş kırıklığı ve suçluluk duygusu arasında sıkışıp kalmış bulduğum zamanlar hep olmuştur. İşte bir yenisi daha.

Düşündüğünü düşünmeden izleme.

Düşüncelerimi gözlemliyordum, zihnime hangi düşüncelerin geldiğini, bazılarının önemli olduğunu, bazılarının bir hayal olduğunu, bazılarının hesaplaşma, inatlaşma, suçlama olduğunu biliyordum. Bunlardan kurtulmaya çalıştığım da söylenemez. Pratik ettiğim öğreti de bunu öğütlüyordu zaten. Ama bu şekilde nereye varacağımı bilmiyordum, nereye varmak istediğimi de.


Çocukluğumda ananemin balkonuna sırt üstü uzanır, gökyüzünde süzülen bulutlardan şekiller yapardım. Çocukluğuma ilişkin hatırladığım içimi huzurla dolduran anılardan biridir. Bazen o bulutlar öyle hızlanırdı ki yattığım yerde başım döner, gözlerimi kapamak zorunda kalırdım. Zihnimin gökyüzüne gelen bulutları böyle izleyebilir miydim?

Anda kalma fikri üzerine çalışırken, anda kalmayı hedeflerken kafama büyük harflerle bir soru takılmıştı. Hayat anların toplamından ibaret ve elimizde olan yalnızca şu an. Bu söz, üzerine düşünüyordum. Elimde olan yalnızca şu an olsa da, hayat bu anların toplamından ibaret olsa da, benim olan bir geçmişim, anılarım var, beni büyüten tecrübelerim, başarmak istediğim, ulaşmak istediğim, olmak istediğim ve beni bekleyen yarınlar var. Bu düşünce beni o kadar çok zorluyordu ki, tüm pratikler, tüm çalışmalar şimdi ve burada olmaya yönelik ve anın içinde mevcut olmakla ilgili olduğunu, şu an yaşanırken başka bir yerde olamayacağımı ve yaşam doyumunun burada olmaktan geçtiğini anlıyordum. Yine de geçmiş anılarım ve gelecek planlarımdan kurtulmaya niyetim yoktu.


Meditasyon ve farkındalık çalışmalarında herkes kendi kendinin eğitmeni olsa da, bazen okuduğunuz kitaptaki bir söz, bazen bir bilgelik hikayesi, bazen bir meditasyon eğitmeni, kafanızdaki sorunun cevabını bulmanıza yardımcı olabiliyor. Benim de öyle oldu. Kafamdaki bu düşünce yavaş yavaş bir buzun erimesi gibi erimeye başladı. Tam olarak ne zaman ve ne kaynaklı bilmesem de devam ettiğim meditasyonlar sayesinde düşüncemin ısrarı geçmeye başladı.


Aslında bu düşüncenin nereden kaynaklandığını anlamaya başladım. Her ne kadar meditasyonlar yapıyor, eğitimler alıyor olsam da aslında aklıma bir yerden bir şekilde, geçmişi düşünmenin içerisinde kederin yattığı, geleceği düşünmenin içinde de kaygının yattığı ve bunların anda kalmanın önünde engel olduğu düşüncesi yerleşmişti. Ancak anda kalmak geçmişi düşünmemek ve geleceği planlamamak değil diye fark ettiğim an, anda olarak geçmiş anılarım ve gelecek planlarımla bağ kurabileceğime yönelik eşsiz bir motivasyon duymaya başladım. Kierkegaard’ın hayat sadece geriye doğru anlaşılabilir ama ileriye doğru yaşanmalıdır sözü ile gözlerim açıldı, adeta.


Kurtulmak, unutmak, bastırmak, düşünmemek zorunda değildim. Beni heyecanlandırmıştı çünkü geçmiş acılarımın beni büyüttüğünü, olgunlaştırdığını, geleceğe yönelik duyduğum heyecanın, korkunun da beni mücadele etmeye ya da olaylara karşı hazır olmaya motive ettiğini düşünüyordum. Bu noktada geçmiş anıların ve gelecek planları içinde yaşamak yerine, anda olarak onları görerek fark ederek, kurduğum bağları çalışma fikri çok içten geldi. Zamansız bir vakitte gelen bir iç hesaplaşma, zihnimde kurulan bir mecliste kendimi savunur bulduğum durumlar, geleceğe yönelik çevirip durduğum düşünceler, düş kırıklıkları içerisinde çektiğim karın ağrıları, nasıl yapacağım diye düşünüp durduğum planlar arasında kaybolup durmanın yorgunluğu, açık yüreklilikle bir kabule doğru dönüşüyordu. Bir şekilde misafir oluyorlardı, bana.

Yine geliyordu tüm bu düşünceler, yine sıkışmış, çaresiz, değersiz hissediyordum. Bununla birlikte tüm bunların arasında kaybolmama fikri içimi ısıtıyordu. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadığım zamanlar azalıyordu, yapmaya verdiğim dikkatimi olmaya verebiliyordum. Zihnimin dağaldığını fark ettiğimde, o fırtınayı görebiliyordum. Bazı sabahlar kalktığımda, isteksiz olduğumda, duygusal olarak sahip olmak istediğimden daha azını hissettiğimde, bugün böyle bir gün diyebiliyordum. Bugün böyle bir gün.


Ansızın, bir seyahat sırasında veya arkadaşlarımla veya evde tek başıma otururken bir anının zihnimi ipi kopuk bir uçurtma gibi alıp götürmesi yerine o anıyı fark edip yapacak daha iyi bir işim yoksa onunla kalmaya, yapacak bir işim varsa da ona dönmeyi hatırlayabiliyordum. Zihnimi anılarda dolaşırken bulmamda veya yetiştirilecek işlerin sürekli aklımda dolaşıp durmasında bir sorun yoktu.


Başarılacak bir görev değil yaşanacak bir olduğunu fark ettim. Ve ben yapmaya çalıştığım sürece olmayı kaçırıyordum. Üstelik bunda herkes kadar benim de suçum yoktu. Hedefsizlikten korkuyordum. Hepimiz başarılması, ulaşılması gereken hedeflerle büyütüldük. Ancak meditasyon yaparken bir hedef değil sadece olmak vardı, kendinle olmak.

Meditasyonla ilgili en sevdiğim tabirlerden biri de hemhal olmak. O gün o an her nasılsa kendime vakit ayırarak, kendimi dinlemeyi, anlat demeyi, nasılsın demeyi öğrendim, kendime kendimi açtığım vakitlerde. Bazen öfkemin fırtınasını gözlemledim, bazen sakinliğimin huzurunu, bazen daha dikkatli anlarla buluştum, bazen zihnimin uçuştuğu anlarla, bazen mutluluktan ağzımın kulaklarıma vardığını, bazen can acımın sancısıyla kaldım. Nereye gidersem gideyim kendimi de yanımda götürdüğümü anlayalı çok olmuştu. İşte bunun için bir yere gitmeden kendimle ilgileneyelim demeyi öğrendim, meditasyonla. En büyük farkındalığım da o kadar büyük üretme çabalarıyla verdiğim zihnimin içindeki mücadeleden sıyrıldığım da, o beklentiyi bir kenara bıraktığımda, esas üretkenliğin sükünet içinde, sessiz ve sakince, kendiliğinden olduğunu görmek oldu. Pek de güzel oldu.


51 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page